KURUMSAL
SON DUYURULAR
Üyemiz Selahittin Özbozkurt, TRT Çukurova Radyosu'nda Gündemi Değerlendirecek
04 Kasım 2024Akademi Derneği Başkan Yardımcımız Dr. Fatma Yeşilkuş, Mersin 2. İdare Mahkemesi'nde Tarsus Üniversitesi'ne Karşı Açılan Dava Hakkında Kamuoyunu Bilgilendirdi
14 Ekim 2024Akademi Derneği Başkan Yardımcımız Dr. Fatma Yeşilkuş Akit TV'de Gündemi Değerlendirecek
03 Ağustos 2024Başkanımız Doç. Dr. Onur Başar Özbozkurt, TRT Çukurova Radyosu'nda Çalışmalarını Aktaracak
31 Temmuz 2024Doç. Dr. Onur Başar Özbozkurt ve Dr. Fatma Yeşilkuş, Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu'na Kitaplarını Takdim Etti
30 Temmuz 2024Prof. Dr. Esat ARSLAN Yazarın Tüm Yazıları
Esat Arslan, İstanbul’da 15 Nisan 1947 tarihinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da; yükseköğrenimini Ankara’da tamamlayan Esat Arslan, Savunma Bilimleri, Kamu Yönetimi dallarında yüksek lisans; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi dalında doktorasını ise...
Bilmem, bugüne kadar, Doğu Akdeniz’in incisi bir Osmanlı kenti olan Yafa’ya gidebilme fırsatı yakalayabildiniz mi? Ben yakalayabildim, gerçekten de kendimi çok şanslı addediyorum. “Yafa” lafzı zannediyorum, size yabancı gelmiyordur. Hani şu sıralar pazarlarda, manavlarda bulunabilen ‘Washington’un yerini alan “Yafa” portakalını anımsamışsınızdır. Ama lütfen bu yakıştırmayı ABD-İsrail’e Türkiye yaklaşımı olarak da algılamayınız. Ama unutmayalım, eskiden bu tür yaklaşım ve açılımlar Osmanlı Devletinden çıkar, halkalar halinde insanlık alemine dalga dalga yayılırdı. Yafa, Siyonizm güdüsüyle ve İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Balfour’un 1917 deklarasyonuyla, Britanya’nın sempati göstermesinin teşvikiyle art arda Filistin’e gelen göçmen dalgalarının giriş noktasını oluşturmuştur. Yafa’ya gelen öncüler, kendilerine özgü kırsal yerleşme cemaat ve kooperatif biçimleri – kibutz ve moşav– bölgede bu amaçla tesis etmişlerdir. (1)
Yafa’yı, Yahudi yerleşimlerinin artmasıyla kuzeye doğru genişleyen Tel Aviv’i ve Kudüs’ü Ağustos 2015 ayının ortalarında ‘Uluslararası Teknoloji Tarihi Komitesi’nin Tel Aviv Üniversitesinde düzenlemiş olduğu “Yüksek Teknolojilerin Tarihi ve Sosyo-Kültürel Bağlamları” toplantısında yakinen görme bahtiyarlığına erişmiştim. Sokak, sokak, adım adım dolaşma mutluluğunu yakalamıştım, bir anda. Yafa, sahilleriyle ünlü tipik bir Osmanlı kenti idi. Aynı zamanda Kudüs demiryolunun başlangıç noktasıydı, Yafa. O dönemde demiryolu demek medeniyet, uygarlık ışığıyla eşdeğerdi. Yafa- Kudüs demiryolu hattı, Osmanlı’nın ilk demiryollarından biriydi, aynen Selanik’in Üsküp’e bağlanması gibi. İlk aradığım yer olmuştu Yafa demiryolu istasyonu. Anımsayalım, Suriye / Filistin bölgesinde yapılan ilk demiryolu Yafa-Kudüs arasında olmuştur. Bir liman şehri olan Yafa’dan Kudüs’e kadar uzanması hesaplanan bu demiryolu projesi, Fransızlara verilmiştir. 1916’daki Ortadoğu’nun bölünmesi demek olan ünlü gizli anlaşma Sykes-Picot ve Birinci Dünya Savaşından sonra Suriye’nin Fransızlara bırakılması buna etki etmiştir de denilebilir. Suriye bölgesinin Fransızların hakimiyetine adım adım alınması genel planlamasında bu projenin daha o vakitler Fransızlar tarafından alınması son derece manidardır. Demiryolu ulaşımı zaman zaman kesintiler olsa da bu merkez istasyonu 1998’e kadar kapatılmamıştır. İsrail Devletinin kurulmasıyla Tel Aviv şehrinin ortalarında bulunan “Savidor Merkez” tren istasyonu ana merkez olarak seçilmiştir. Bu nedenle ben Kudüs’e İbranice ifadesiyle “Merkaz Savidor” dan gitmiştim. Garın ortasına konulmuş bir piyano başında Tel Aviv Konservatuar öğrencileri 24 saat klasik müzik çalıyorlardı, nöbetleşe. Müthiş etkilendiğimi ifade etmeliyim. Ama şimdilerde Yafa garı, demiryolu müzesi ve eğlence merkezi haline getirilmişti. İlginç olan Osmanlı’nın varını yoğunu ortaya koyarak gerçekleştirdiği bu projedeki olağanüstü katkısını ortaya koyan, yani Osmanlı’ya ait bir emareyi geleceğe taşımaktan kaçınmışlardı. Ne diyelim. Demiryolu araç parkını eski Osmanlı vagon ve lokomotifi süslüyordu. Duvarlarında demiryolu inşaatında çalışan Yahudi işçilerin boy boy resimleri vardı, ama Osmanlı’ya ait hiçbir şey yoktu, bahis de yoktu. Tren traversleri üzerinde 1892 ve Eski Türkçe yazılar hala yaşıyordu, bunca unutulmaya karşın.1892 yılında tamamlanan Yafa-Kudüs demiryolu hattına daha sonradan Gazze ve Nablus’a kadar giden uzantılar da eklenmişti. Yafa-Kudüs’ arasında 86 km.lik bir demiryolu yapılmıştı. Kazma ucuyla, kaza kaza "Üç Semavi Dinin Kenti" ya da "İbrahimî Dinlerin Kutsal Şehri" ne ulaşılmıştı, bundan tam 130 yıl önce. Kanuni Sultan Süleyman Eski Kudüs'ün El Halil Kapısı'nın alınlığına bu nedenle "La ilahe illallah İbrahim Halilullah" yazdırmıştı. (2) Kudüs’ün surlarını yaptıran Kanuni’nin eşi Hürrem Sultan’ın imarethanesini günümüzde önce kadınlara yemek verme işlevini halen devam ettirmektedir. Kudüs'te 1552 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın eşi Hürrem Sultan'ın tarafından yaptırılan "Haseki Sultan Aşevi" Mescid-i Aksa çevresindeki fakirlerin ortak sığınağı olma özelliğini korumaktadır. Aslında, Kanuni Sultan Süleyman "La ilahe illallah İbrahim Halillullah" ifadesi ile değişmeyen bir hakikati, Allah’ın tek olduğunu, Hazreti İbrahim’in Allah'ın dostu olduğunu anımsatmakla kalmamış, kafalara da birleşikliği, bütünleşikliği nakşedilmesini istemiştir. Yahudiler milattan sonra 70 yılından itibaren Kudüs'e sokulmamışlar ve bu 1967 yılına kadar devam etmiştir. Hıristiyanlar ise sadece El Halil Kapısı'nı kullanarak Kudüs'e girebiliyorlardı.
Malum, “Kudüs” Müslümanların ilk kıblesi, Hz. Peygamberin miraca yükseldiği yerdir. Müslümanların ilk kıblesi, en kutsal sayılan üç mescidden biri olan Mescid-i Aksa’yı barındırmaktadır. Osmanlı döneminde Sürre Alayları önce Kudüs’e daha sonra hac farizeyesini yerini getirmek üzere Mekke-yi Mükerreme ve Medine-yi Münevvere’ye yönelirdi. Şam’dan başlayan Hicaz demiryolu da 1908 yılında Kudüs demiryolundan sonra açılmıştır. Bu demiryolu sadece Müslüman hacı adaylarını değil, Hıristiyan hacıları da bahtiyar ve berhudar kılmıştır. Kutsal yerlere ulaştıran bu iki demiryolu projesi sadece kültür ve medeniyetleri birleştirmekle kalmayıp, insanları, toplumları ve halkları da bütünleştirmiştir.
İsrail- Türkiye yakınlaşmasında dolaylı yönden de olsa Azerbaycan’ın katkısı olmuştur. Malum, İsrail ve Türkiye, 2010 yılında Mavi Marmara saldırısı sonrası büyükelçilerini karşılıklı olarak geri çekmiş, diplomatik ilişkiler de maslahatgüzar seviyesinde yürütülmüştür. Bu durum 2016 yılına kadar sürmüştür. 1993-1997 yılları arasında ikinci ve birinci kâtip olarak Ankara'da görev yapan Londra Büyükelçi Yardımcısı Eitan Naeh Bakü’de Büyükelçilik görevini yaptıktan sonra 2016’da ilişkilerini normale dönmesiyle birlikte İsrail’in ilk Ankara Büyükelçisi olmuştur. İşte bu nedenle İsrail için Türkiye ile olan ilişkilerin düzeltilmesi, bir anlamda tamir edilmesi amacıyla Azerbaycan etmeni büyük önem taşımaktadır. İki ülke arasındaki 2010 yılından itibaren 6 yıldır devam eden diplomatik kriz Haziran 2016 ayında varılan; 20 Ağustos'ta TBMM, 31 Ağustos'ta da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından onaylanan anlaşmayla resmen son bulmuştur. İlişkiler tam düzeldi denilirken bu seferde 2018’de ABD’nin Ortadoğu Barış Planı’nın Kudüs’ün İsrail’in başkenti ilan edilmesini kapsadığı anlaşılınca, Türkiye bir kez daha İsrail büyükelçisini geri çekmek zorunda kalmıştır. (3) Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Devletinden yükümlendiği barışçıl ve kucaklayıcı tavrını her vesileyle göstermiştir. Bu nedenle, iki devlet arasındaki olması gereken ilişkiler devam etmiş, akamete uğramamış kesilmemiştir. Kapalı kapılar arkasında devam eden bu durum 44 günlük Karabağ Savaşına kadar bu şekilde devam etmiş, Karabağ Savaşında operasyonel seviyedeki Türkiye-Azerbaycan yakınlaşması İsrail’i de kapsayacak biçimde bir üçlü eşgüdüme dönüşmüştür. Bu üçlü eşgüdüm semeresini özellikle de istihbaratın bütünleştirilmesi alanında kısa sürede göstermiş ve zaferin elde edilmesine katkı sağlamıştır. Türkiye-Azerbaycan yakınlaşmasının İsrail’i de kapsayan bir üçlü eşgüdüm içerisinde oluşturulduğu, operasyonel seviyedeki büyük ölçüde verimli bir biçimde devam etmesinden somut biçimde emareleri görülmüştür.
Bununla beraber Ankara tarafından, Ortadoğu’daki birçok devletin ABD’nin gözetim ve teşviki ile İsrail’i tanımama politikasından vazgeçme trendine girdiği de gözlemlenmiştir. Başta Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan (SA) bu konuda öncü rolü oynamaya başlamışlardır. Bu dönüşümde Irak’ın Kuveyt’i işgali, Müslüman Kardeşler ve HAMAS’ın köktenci radikalizminin etkisi, öncül açılımın önünü açmış ve bu ülkelerin İsrail’e doğru çark etmesinde etkili olmuştur. Dahası gerek SA gerek BAE’yi yöneten oligarşinin güçlü bir kapitalist devlet haline gelme arzuları, İran tehdidi ve ABD-İsrail tarafından ortaya konulan dengelerin izin verdiği kadarı ile kendi jeostratejik hedeflerine ulaşma hırsı bu açılımda etkili olmuştur. Bu şekilde ABD, SA ve BAE’ye ticaret, silah, ara ürün ve teknoloji transferi içeren karmaşık paketlerini dayatmışlardır. Ayrıca bu cümleden olmak üzere Katar ile tekrar uzlaşılmış, birbiri peşi sıra İsrail’le yapılan zirvelerle Suudi Arabistan, Katar, Umman, Nijer’inde “normalleşebileceği” görülmüştür.
Bir başka önemli konu ise eskinin “terörü destekleyen devlet” kategorisinde görülen devletlerin kategori değiştirmesidir. Örneğin, İsrail’i tanıma kararı alan Sudan, ABD’nin “terörü destekleyen ülkeler” listesinden çıkarmasına olanak sağlamıştır. Ayrıca “Büyük Ortadoğu Projesi”nin eşbaşkanı konumundaki Fas, Batı Sahra’da sürdürdüğü çatışmalarda kullanmak üzere İsrail’den insansız hava aracı temin etmiştir. BAE, Bahreyn, Sudan, Fas…
Gelelim Doğu Akdeniz’de AB(D) arkasına alan Yunanistan’ın densizlik derecesine varan Türkiye’ye karşı tehdit salvolarına ve son zamanlardaki öfke derecesindeki “sırtımdan vuruldum” teranelerinin yansımalarına. Yunanistan’ın önü arkası belli olmayan yabancı petrol ve doğalgaz arama faaliyetlerini yürüten uluslararası sermayenin bölgedeki temsilcileri bölgeyi birbiri peşi sıra terk etmeleri acilen Avrupa’nın RF bağımlı hale gelen fosilyakıttan kaynaklanmaktadır. Maalesef ABD ve İsrail birlikteliği Avrupa’yı enerji arzı bakımından çeşitlendirememiştir. İsrail, Katar, BAE ve hatta SA doğal gaz ve petrolünün Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştırılmasında tek güvenli bölgenin Türkiye olduğu birçok seçenekten sonra nihayet görülmüş ve anlaşılmıştır. Diğer bir deyişle kafalardaki fluluk, bulanıklık kaybolmuştur. Zaten, enerji arzı bakımından Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin vazgeçilmezliği çeşitli uluslararası finans uzmanları tarafından aşağıdaki şekilde bir süredir telkin edilmeye başlanmıştı:
“Türkiye Doğu Akdeniz’deki paylaşımda Fransa-Kıbrıs-Yunanistan-Mısır bloğuna karşı yalnızlığını gidermek için İsrail ile yakınlaşılmalıdır. Bu şekilde petrol ve doğal gazı Avrupa’ya bağlaması düşünülen ve çok pahalıya gelen Doğu Akdeniz Boru Hattını Türkiye üzerinde geçirmek mümkün olabilir. Ama önce İsrail ile deniz sınır anlaşması imzalamak gerekiyor.”
Evet sevgili okurlar, 2019 yılında Libya ile imzalanan münhasır ekonomik bölge anlaşmasına benzer biçimde öncelikle ve ivedilikle İsrail’le bir anlaşma karşılıklı olarak teati edilmelidir. Aynı zamanda ya da hemen bu anlaşma sonrasında Filistin, Lübnan ve Suriye ile de benzer anlaşmaların yapılması Mısır’la yapılması elzem olan MEB anlaşmasının önünü açacağı değerlendirilmektedir. Öküzün altında buzağı aramadan, İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog'un, 9-10 Mart tarihlerinde Türkiye'ye ziyaretini bu şekilde anlamak ve okumak lazım. Milli kaynak paketleri ile harekete geçirilecek üretim-istihdam-ihracat odaklı ekonomi model öncelikle bölgede istikrarı dikte ettirmektedir. Bunun açılımı da halkın refahına olacaktır, sevgili okurlar.
Dipnotlar
(1) İsrail Hakkında Gerçekler, İsrail’in 60. Yıldönümü basımı; https://mfa.gov.il/MFA_Graphics/MFA%20Gallery/Documents%20languages/Turkish/ISRAIL%20HAKKINDA%20GERCEKLER.pdf/ErişimTarihi 20.02.2022/
(2) Haber Kudüs, La ilahe illallah İbrahim Halilullah, 25/10/2019; https://haberkudus.com/page/la-ilahe-illallah-ibrahim-halilullah/14399/Erişim Tarihi 20.02.2022/
(3) Erhan Nalçacı, “Türkiye İsrail yakınlaşması ne anlama geliyor?” Sol Tv., 19.12.2020; https://haber.sol.org.tr/yazar/turkiye-israil-yakinlasmasi-ne-anlama-geliyor-21896/ Erişim Tarihi 20.02.2022/